İlkokul Diploması

Eve gelir gelmez şehre kitap almaya gittim. Beşinci sınıfın kitaplarını ve bir de ansiklopedi aldım. Temel sağlam olsun diye ilkokul dördüncü sınıfın da tüm kitaplarını aldım. Evvela dörtdüncü sınıfın kitaplarını şöyle bir yutarcasına okudum, çalıştım. Ondan sonra da beşinci sınıfın kitaplarını okudum.

Birgün bütün kitaplarımı toplayıp bir paket yaptım. Alıp Hasan öğretmenin yanına gittim.

Öğretmen Hasan Kaya, bu davranışıma çok sevinerek üç gün derslerinden artan boş zamanlarını seve seve feda ederek beni denetledi. Sonra bana şöyle demeye başladı:
– İbrahim, hiç merak etme. Sen bu girişte diplomayı alırsın. Çünkü benden daha iyi biliyorsun.

Hasan öğretmenin sözleri beni bir kat daha yüreklendirdi. Fakat öte yandan tanımadıklarımdan, şakadan bana “Küçük öğrenci” diye takılanların hesabı yoktu. Ben bu gibi sözlere hiç aldırmıyor, adeta hiç duymuyordum.

Eve gelince durumu ayarladım, hemen Elbistan’a gittim. Doğru İlköğretim Müdürü’nün yanına gittim. Durumu anlatarak sınava girmek istediğimi söyledim.

İlköğretim Müdürü beni iyice dinledikten sonra, bir kitap çıkarıp ortadan bir konu açtı. Kitabı bana uzatarak:
– Al bakalım, burayı sessiz oku, sonra bana anlatacaksın.

Kitabı açtığı konu Afganistan idi. Konuyu sessizce okudum. Kitabı kapatıp okuduğumu anlattım. İlköğretim Müdürü dinledi. Bir bana baktı, bir yere baktı ve içini çekerek:
– Çok güzel, fakat bugün sınavımız bitti. Bir kişi için komisyon kuramayız. Sınav üç ayda bir oluyor. Sen üç ay sonra gel, söz veriyorum, sana iyi bir diploma vereceğim.

Ben neye uğradığımı bilemeden, teşekkür ederek oradan ayrıldım. Çünkü amacım ilkokul diplomasını alıp ortaokula hazırlanmaktı.

Köye geldim, hemen herkes sormaya başladı; kimi merak ederek, kimi de alaylı bir şekilde:
– İbrahim nettin? Sen diplomayı aldın mı?

Üzüntümü pek belli etmeden:
– Diplomayı almaya geç kalmışım. Fakat almış kadar iyi bir haberim var. İlköğretim Müdürü “Üç ay sonra gel de sana iyi bir diploma vereyim” dedi.

Demek iyi bir diploma alacak kadar olmuştum. Fakat ben bu üç ayı beklemeden, bu diplomayı alacağım inşallah. Çünkü artık kaybedecek zaman yok. Herhangi bir şehirde de sınava girebiliyormuşum.

Hazırlığımı yapıp seyyar satışa çıktım. Bütün kitaplarımı da birlikte aldım. Kahramanmaraş’a gittim. Sordum, okul dışından ilkokul sınavı olduğunu söylediler. Zaman geçirmeden dilekçemi yazıp Milli Eğitim’e verdim. Vilayette onaylattırdım. Sınav yapılacak bir ilkokula gönderdiler beni. Dilekçemi, gerekli belgeleri okul müdürüne uzattım. Alıp baktı, üzülerek:
– Oğlum sen geç kaldın, sınavımız şimdi bitti. İstersen üç ay sonra gelebilirsin.

Dilekçemi alıp teşekkür ederek okuldan ayrıldım. Okuldan çıkarken koridordaki yazıları okudum. Bir yazı şöyle idi: “Keseni kafana boşalt.” Bir başka yerden de Hazreti Ali’ye ait şu sözleri okudum: “İlim yapın, ilim paradan kıymetlidir. Çünkü, ilim seni korur, fakat parayı sen koruyacaksın.”

Müracaatım Kahramanmaraş’ta da boşa çıkınca yine seyyar satıcılığa devam ettim. Her gün otelde iki saat kitaplarıma çalışıyordum. Artık okuma çalışmalarımı tesadüfen değil, planlı bir düzenle yürütüyordum. Bir günde hangi kitap ve derslere çalışacağımı plana göre yapıyordum.

Satış yapma dolayısıyla şehir şehir geziyordum. Bu gidişimde de Adana’ya ve Mersin’e gittim. Mersin’de oturan bir akrabam beni evine misafir götürdü. Kitaplarımı görünce:
– Bu ne İbrahim, bu kitapları niye gezdiriyorsun?
– İlkokul sınavlarına hazırlanıyorum.
Gülerek:
– Bu yaştan sonra ilkokul diplomasını ne yapacaksın?
– Ne bileyim, belki lazım olur, hem, bilginin kötülüğü mü olur?
– Bilginin kötülüğü olmaz ama, “İlim deryadır” derler. Bir ilkokul diplomasını almakla bu yaştan sonra ne elde edeceksin?
– Madem ki “İlim deryadır”, bu deryanın karşısında susuz kalmak da insanlığa yakışmaz. Hiç olmazsa bu ilim deryasından bizler de tasımızı doldurmaya çalışmalıyız. Siz ve birçokları “Bu yaştan sonra” deyimini kullanıyorsunuz. Hal budur ki, ilmin yaşı olmaz, ilim beşikten mezara kadardır.
Bu tanıdık ev sahibim, pes etmediğimi görünce:
– Çok azimli görünüyorsun. İyi başarılar dilerim, demekten başka cevap bulamadı.
– Teşekkür ederim, muhakkak ki, başarının anahtarı azimli ve planlı çalışmaktır, dedim.

Şehir şehir seyyar satış yaparak Alanya’ya ve oradan da Antalya’ya gittim. Bir otele yerleştim. Antalya Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Durumu yetkililerden sordum: “Okul dışından sınava girmek isteyenlerin imtihanı beş gün sonra Namık Kemal İlkokulu’nda yapılacaktır.” dediler.

Hiç zaman kaybetmeden, dilekçemi yazıp onaylattırdım, verdim: “Tamam artık öğrenci oldun, git iyice hazırlan.” dediler bana.

Her kimle bilgi tartışması yapsam, bana: “Sen geçemezsen hiç kimse geçip diploma alamaz.” dediklerinde yüreğim ferahlıyor, ama yine de korkuyordum. Çünkü, imtihana girmeden; imtihanların kolay olmadığını biliyorum.

Hele Napolyon’un şu öyküsü de aklıma gelince:
Napolyon’u kral çağırır. Napolyon üzgün ve endişeli bir şekilde saraya girer. Napolyon kralın huzuruna çıkar. Kral:
– Napolyon savaşa hazır ol, falanca cephede savunma görevini sana veriyorum.
Napolyon:
– Emredersiniz Kralım, deyip, neşeli bir tavırla sarayın kapısından çıkar. Saray kapısında bekleyen zamanın basını merak ederek sorar Napolyon’a:
– Sayın Generalim, ne emir aldınız? Öğrenebilir miyiz?
Napolyon Bonapart:
– Falanca cephede savaşmak için, savaş hazırlığı görevi ve komuta bana verildi, der.
Basın daha da merak eder:
– Efendim, Kralın huzuruna endişeli bir şekilde girdiniz. Fakat böyle ağır bir görev aldığınz halde memnun ayrılıyorsunuz. Bunun sebebini öğrenebilir miyiz?
– Ben de Kral beni imtihan edecek sanmıştım; savaş benim için spor sayılır, der.

Ben de hem geziyor, hem de sınavla ilgili çalışmalarıım sürdürüyorken haber aldım ki, bir öğretmen geceleri ders veriyormuş sınava girenlere. Artık sınava iki gün kalmıştı. Bir akşam bu kurs çalışmalarına katıldım. Kurs öğretmeni tahtaya bir problem yazdı:
– Bu problemi kim çözecek? diye sordu.
Ben parmak kaldırdım.
– Gel bakalım, dedi.
Tebeşiri alıp, problemi çözdüm ve anlatım. Bu sefer de öğretmen benden sınavla ilgil çeşitli sorular sormaya başladı. Ben de bildiğim kadarıyla hepsini cevapladım.
Öğretmen:
– Güzel, sen iyi hazırlanmışsın.
– Hocam korkuyorum, çünkü 12 dersten yani kitaptan imtihana gireceğim.
– Hiç korkma sen 24 kitaptan imtihana girsen bile yine de başaracağına eminim, dedi.
Öğretmenin bu sözleri ben bir kat daha yüreklendirdi. O akşam yarım saat kadar benimle ilgilenen bu sayın öğretmene çok teşekkür edip ayrıldım.

Her zaman böyle karşılık beklemeden bilgi dağıtan sayın öğretmenlere minnettarım. Zaten daha sonra beni öğretmen olmaya teşvik ettiren de, topluma karşı bu minnettarlık borcumu ödemek içindir sanırım.

İmtihan günü ve saati gelip çattı. Antalya Namık Kemal İlkokulu bahçesinde, okul dışından sınava girmek için bizler 84 kişi, kocaman öğrenciler sırada bekliyor ve heyecanla birbirimize bazı sorular soruyorduk.

İsim listesi sırasına göre bizi tek tek veya ikişer ikişer çağırıyorlardı. Sözlü veya tahtada yazılı imtihan ediliyorduk. Bu imtihan üç gün sürdü. İçerden çıkanların hemen etrafını çeviriyoruz:
– Ne sordular, sen ne cevap verdin, ve bunun gibi.

Bir seferinde ben Türkçe’den imtihan olmuş, dışarı çıkmıştım. Türkçe’den, Okul Müdürü Hamdi Esmer beni imtihan etmişti (Müdürün ismini daha sonra öğrendim). Birçok soru sorduktan sonra:
– Bak İbrahim, sana son olarak şunu soracağım: Araba yoldan çıktı, cümlesini tahtaya yaz ve öğelerini bul.
Ben bu cümleyi de tahtaya yazıp öğelerini buldum. Bana hiçbir şey söylemeden:
– Seninki tamam, haydi dışarı çık, dedi.

Ben dışarı çıktım, hemen etrafımı çevirdiler, içeride olup bitenleri sordular. Ben de olanları olduğu gibi dışarıdaki arkadaşlara anlattım.

O zamana kadar benden sonra içeri çağrılan adam da içerden çıktı. Fakat, bu tanımadığım adam bana bakıp bakıp gülüyor. Bu hareketini birkaç defa tekrarlayınca, artık canım o kadar sıkıldı ki, nerede ise hemen çatacak oldum:
– Arkadaş, ne var bana bakıp bakıp gülüyorsun? Yoksa ben gülecek bir iş mi yaptım?
– Özür dilerim arkadaş, aslında ben sana değil, kendime gülüyorum.
– Ne olmuş sana? Öyleyse niye bana bakıp gülüyorsun?
– Siz sorulan sorulara doğru cevap vermişsiniz. Biz de sorulan soruların cevaplarını bilemedik. Okul müdürü de şivenizden sizin Kürt olduğunuzu anlamış olmalı ki, bize şöyle dedi:
– Lan eşşekler, sizden önce bir Kürt girdi, çıktı. O Kürt gibi çalışıp gelseydiniz… dedi ve bizi kovdu.
Adam durumu bu şekilde anlatınca ben de vaziyeti anlayıp normal karşıladım.

Üçüncü günü öğle sonu yani sınavın son günü yazılı olduk. Konu: “Köylerden şehirlere akın vardır. Sebebini kompozisyon şeklinde yazıp açıklayınız.” Yazısının cevabını yazıp açıkladık.

Ben de köyde oturup, cahil kalmanın acısını yüreğimde taşıdığım için; bu konuyu en iyi bir şekilde açıklamaya çalıştım. Yazarken de en güzel yazımla yazdım.

Öğretmenler sıraların arasında gezinirlerken, bazen gelip başucumda durup hayran hayran bakınıyorlar ve gidip birbirlerine birşeyler fısıldıyorlar. Kulak verdim ki, şöyle söylüyorlar:
– Daha böyle ilkokul öğrencisi görmedik! Şu masada oturan adam, sanki matbaa ile yazı döktürüyor. Helal olsun, adamın ne güzel yazısı var!

Yazılı olduk. “Zamanınız tamam” dediler ve kağıtlarımızı topladılar. Okul Müdürü Hamdi Esmer ve öğretmenler:
– Sınav bitti, ancak sonuçları yarın öğle sonu açıklayacağız. Sonuçları öğrenmek isteyen yarın öğleden sonra gelir, öğrenir, dediler.
– Peki öğretmenim, Allah’a ısmanladık, deyip dağıldık.

Bu yirmidört saati iple çektim. Çünkü eğer bu sınavla ilkokulu bitirmeyi başarmışsam; hemen ortaokul kitaparını alıp çalışmaya başlayacağım. Fakat kimin yanında bu durumu açıklasam “Bir girişte bütün dersleri vermek mümkün değil. Mutlaka bazı derslerden bırakırlar. Ancak ikinci girişte diploma alırsın.” dyorlardı.

Tabii ki, bu sözler de daha çok beni üzüyordu. Nihayet notları ve geçip geçmediğimiz öğrenmenin zamanı geldi.

Okula gittim. Diğer arkadaşlarımız da gelmişlerdi. Herkes heyecanla bekliyordu.

Okul Müdürü Hamdi Esmer, listeleri çıkarıp okumaya başladı. Herkes cankulağı ile dinliyordu. İsimler okuna okuna sıra bana geldi:
– İbrahim Özdemir.
– Buradayım efendim.
Yarım bir gülümseme ile yüzüme bakarak:
– İbrahim Özdemir, sen kazanamamışsın?
Bir an neye uğradığımı bilemedim!
– O ne, niye birden bozuldun? Yoksa bu diploma ile bir işe mi girecektin?
– Hayır efendim, bu diploma ile bir işe girmeyi düşünmüyordum. Ancak gidip ortaokul kitaplarını almayı düşünüyordum.
– Öyle ise dur, hemen ümidini yitirme! Ben de seni denemiştim: Müjde, sen ilkokul diplomasını almaya hak kazandın. Kompozisyonun da pekiyi idi. Şimdiye kadar okul dışından bir girişte bizden diplomayı alan sen oluyorsun. Ben de aynısını söyleyecektim. Hiç durma, git hemen ortaokul kitaplarını al, çalış.. Haa, az kalsın unutuyordum; diplomanı gönderecek bir adres bize bırak.
– Peki öğretmenim, çok teşekkür ederim, verdiğin moral için. Hemen şimdi gidip ortaokul kitaplarını alacağım, dedim ve diplomanın gönderilmesi için gerekli adresi yazıp bıraktım. Vedalaşıp ayrıldım.

Hemen o gün gidip ortaokul kitaplarını alıp okumaya başladım.

Kendi kendime bir okuma planı yaptım. Günün ve gecenin 24 saatinden iki veya üç saati okuma çalışmalarına ayırıyordum. Diğer çalışmalarımdan hiçbir fedakarlık yapmıyordum. Ancak boş zamanlarımı ve dinlenme zamanlarımı okumaya veriyordum. Çünkü, ne kadar yorulsam okuma beni dinlendiriyordu. Bununla beraber tanıdıklarla konuşmayı ve ziyaretleri kısa uygulamayı bir prensip edindim. İşi şakaya getirerek “Ziyaretin kısası tatlı olur” deyip müsaade isterdim.

Bu arada bir de ders çalışma planı yapmıştım. Her gün, hangi derslere nasıl çalışacağımı hemen hemen özel planıma göre uygulamaya çalışırdım.

Böylece o yaz hem seyyar ticaretle uğraştım, hem de aldığım ve yanımda taşıdığım ortaokul kitaplarıma çalıştım.

Temmuz 1959 tarihinde köye döndük. Ekinleri biçip harmanları kaldırdık. Birlikte büyük bir aile idik. Babam, analığım, üç kardeş ve üç gelin. Babam, hiç ayrılmamızı istemiyordu. Fakat, ben ayrılmazsam okumamın imkansız olacağına inanıyordum. Hem üç gelin bir evde uzun süre dırdırsız yaşanamayacağına da kanaat getirmiştim.

Ben “Ayrılacağım” dedim. Tabii sebep göstermeye lüzum görmedim. Bu ayrılma isteğim evde bir bomba tesiri yaptı. Hemen hemen bu uğraşı bir ay kadar sürdü.

Baktılar ki ben ayrılmaya kararlıyım, öteki kardeşlerim “Biz de ayrılırız” dediler. “Sizler niye ayrılıyorsunuz ki, ben ayrılsam n’olur? Sizler yine büyük bir aile olarak kalın birlikte…” “Yok, sen ayrılırsan hepimiz ayrılırız” diye ısrar ettiler.

Nihayet ayrılıp dört ev olduk.

Bu ayrılma işini başardıktan sonra, köyden göçmeye karar verdim. Çünkü, köyde kalırsam okuma idealimi gerçekleştiremeyeceğime inanıyordum.

Bir şehirde barınmak için herşeyden önce işyeri lazımdı. Ben seyyar ticaret yaparken Türkiye’mizin hemer hemen kırk vilayetini kazaları ve bazı köyleri ile beraber gezdim. Ancak satıcılıkta bir prensip edinmiştim; veresiye hiç mi hiç vermiyordum. Çünkü veresiyenin iyi bir şey olmadığını ufak deneylerle öğrenmiştim.

Bazen müşteriler “Şu malı bize ver, iki saat sonra gel paranı al” derlerdi. Bunu birkaç defa denedim, yine malımı geri aldım. Bu deneylerle anladım ki, veresiye iyi birşey değil. Zaten parası olan peşin verip alır. İki saat sonra parayı nereden bulacak? Yani bu deneyleri yaparken de hem bıraktığım eşyalar kirlenirdi, hem de aynı yerlere döndüğüm için zaman kaybına uğramış oluyordum. Nihayet veresiyeyi terk etmeye ve peşin satmaya karar verdim.

Veresiye için şu dörtlük çok anlamlıdır:
Malın verme veresiye,
Akar gider kara suye,
Baş yarılır, kol kırılır,
Sulh olursun yarısiye.

Artık bana deseler ki, “Şu malını bana ver de on dakika sonra gel paranı al” yine malımı vermezdim. “Arkadaş, paran varsa al, yoksa kalsın. Çünkü, adetim değil veresiye mal satmak.” deyip yoluma devam ederdim… Okumayı planladığım gibi satışımı da böyle planlamıştım.

Burada seyyar satıştan bahsederken şöyle bir öykümü kaydetmek isterim: 1955’in ilkbaharı idi. Seyyar satış yapmak için Malatya’dan biraz karyola çarşafı alıp satış yapa yapa Diyarbakır’a gittim. Bir otele malımı bırakıp, biraz çarşaf omuzuma alıp gezmeye başladım. Çarşaf var, iyi Bursa çarşafları geldi diye bağırırken, bir adam beni çağırdı:

– Delikanlı, sen bu çarşafları satacağın yeri biliyor musun? Ben seni bir yere göndereyim, hemen hepsini satarsın…
– Nereymiş o yer?
– Sen bu çarşafları geneleve götür, orada hemen kapışırlar.
– Olur, bir deneyeyim, diye gittim.

Bekçiye söyledim, o da “Geç” dedi. İçeri girdim, kadınlar başıma biriktiler. Ben de genç ve bekarım amma aile terbiyemin beni bırakmasına imkan yok desem yeridir…

Kadınların kimi çarşaflara, kimi de bana bakıyor. Bazıları “Çarşafları güzelmiş”, bazıları da “Niye, çocuğun kendisi de güzelmiş” diye gırgır ettiler. Ne ise orada iki üç çarşaf sattım. Kadının biri “Gel benim odada bir arkadaş daha var, biz çok alacağız” dedi ve beni içeri götürdü.

İçeri girdim ki, arkadaşı falan yok! Neyse, işi bozuntuya vermedim. Çarşafları indirdim. “Buyurun kaç tane alacaksanız beğenin” dedim. Evvela çarşaflara kışıdan, köşeden baktı. “Hele biraz otur, dinlen de beğenirim” dedi. Hemen çarçabuk masanın üstüne birşeyler düzmeye başladı. Bir şişe rakı indirdi, yanına başka şeyler koydu. “Ne yapıyorsun? Birşeyler alacaksan al, yoksa ben gideceğim.” “Yok canım, sen nereye gideceksin? Hele otur, bir lokma yemek yiyek birlikte ve bir iki bardak içek, biraz eğlenelim. Bugün misafirimsin. Çarşaflarını da sattırırım…”
– Sağol, çok teşekkür ederim, deyip çarşaflarım omuzuma atım. Ben içerden çıkmaya çalışıyorum, o hala çarşafların ucuna yapışmış beni bırakmamaya çalışıyor: “Gitme, bir iki bardak iç, ne dersen yaparım.” diye çırpınıyor. Hiç aldırmadım, hemen dışarı çıktım.

Tabii ki, bir iki bardak içip arkadaşlık yaptıktan sonra; bir daha o eski İbrahim’i bulamayacağımı çok iyi biliyordum. Onun için sofraya oturmadan ve o arkadaşlığı kabul etmeden teşekkür edip yakamı zor kurtardım. Bu konuda hep tedbirli oldum.

Yorum bırakın